Aylarca süren gri gökyüzünün ardından güneşin içimizi ısıtan gülümsemesiyle yeniden tanıştık. Soğuk rüzgarların yerini hafif esintilere bıraktığı, tabiatın uykusundan uyanıp esnediği o eşsiz mevsim geldi: İlkbahar… Hem doğanın, hem de insanın yeniden doğduğu, yenilendiği, tazelenip canlandığı bir zaman dilimi bu.
İlkbahar yalnızca bir mevsim değildir. O, toprağın sabrının çiçeklere dönüşmesidir. Sert geçen bir kışın ardından ilk kez açan menekşenin, sümbülün, papatyanın bize fısıldadığı umut mesajıdır. Her biri rengarenk birer tebessüm gibi toprağı süsleyen bu çiçekler, sanki doğanın yeniden yaşama “evet” deyişidir.
Sabahları pencereyi açtığınızda duyduğunuz kuş cıvıltıları da bu mevsimin müjdecisidir. Sanki her biri baharın gelişi şerefine düzenlenen bir senfonide görevli minik müzisyenlerdir. Dallarına kavuşan kuşlar, bir yandan yuvalarını örerken, bir yandan da gökyüzüne neşeli melodiler bırakır. Doğa, müziğini yapar; biz ise yalnızca dinleriz.
Parklar, bahçeler ve sokak araları bir anda canlanır. Çocuk sesleri yükselir; yaşlılar güneşe döner yüzlerini. Kaldırımlarda yürürken bir ağacın gövdesine sarılmış sarmaşığı fark edersiniz, ya da bir papatya tarlasında gözünüz kaybolur. İlkbahar, her yerde ve her şeyde kendini belli eder.
Ama belki de en önemlisi, ilkbaharın içimizde başlattığı harekettir. İçimize yerleşen yorgunluğu alır, yerine yeni başlangıçlara dair cesaret bırakır. İnsan, kendi iç mevsimini de bahara çevirir bu dönemde. Yeni planlar yapılır, ertelenen hayaller yeniden gün yüzüne çıkar. Ruhumuzun da tomurcuklanma mevsimidir ilkbahar.
İlkbahar geldi, hoş geldi. Çiçekleriyle, kuşlarıyla, güneşiyle, serin esintisiyle…
Ve en çok da içimize ektiği umutla.