Toplumların en eski hastalıklarından biri var: dalkavukluk. Eskiden padişahların, ağaların, beylerin etrafında dolaşırdı. Bugün ise meslek değil, karakter olarak karşımıza çıkıyor.
Dalkavukluk yalnızca pohpohlamak değildir. İnsan kendi aklını, vicdanını, kişiliğini bir kenara bırakır. Çıkarı uğruna başkasının sözünü kanun belleyecek kadar küçülür. Yalan, abartı ve samimiyetsizlik onun silahıdır. En kötüsü de liyakati yok saymasıdır.
Çalışkan ve üretken insanlar vardır. Projeler geliştirir, fikirler üretir. Ama bir de dalkavuklar vardır. Makam sahibinin gözüne girmek için ispiyonculuk, fitne ve dedikodudan çekinmezler. Böylece çalışkanların önünü kapatırlar. Ortamı da verimsizliğe sürüklerler.
Bu zihniyetin hâkim olduğu yerde yeni fikirler çıkmaz. İnsanlar hep aynı sözleri tekrar eder: “İsabet buyurdunuz efendim”, “Zaten söylemiştiniz efendim” Sonuç bellidir: Ne ilerleme olur ne de yenilik.
Halk kültüründe dalkavukluk sık sık eleştirilir. Nasrettin Hoca’nın “Ye Kürküm Ye” fıkrası bunun en bilinen örneğidir. Hoca kürksüz sofrada yok sayılır. Kürkünü giyince başköşeye oturtulur. Ve o unutulmaz söz gelir: “İtibarı o gördü, yemeği de o yesin.”
Filozof ile dalkavuk arasındaki fıkrayı da bilirsiniz. Filozof ne söylese dalkavuk onaylar. Sonunda filozof dayanamaz: “Birader, hiç olmazsa bir kez itiraz et de iki kişi olduğumuzu anlayalım!” der. Bu örnekler bizi güldürür ama gerçekte acı bir tabloyu gösterir. Dalkavukluk bireysel bir zayıflık değil, toplumsal bir yaradır.
Bugün de manzara farklı değildir. Saray kapılarında değil belki ama televizyon ekranlarında, parti kongrelerinde, şirket toplantılarında görüyoruz. Siyasette partiden partiye geçenleri tanıyoruz. Dün “ağam” dediğine bugün “paşam” diyenleri görüyoruz. Medyada patronun çıkarına göre değişen yayın politikalarını izliyoruz. İş dünyasında ise yöneticinin gözüne girmek için eğilip bükülenleri…
Dalkavukluk her zaman güçlüye yaslanır. Gücün yanında olunca çıkar da garanti olur. Ama unutmayın, dalkavukluğun temeli sadakat değil menfaattir. Güç kaybolduğunda dalkavuk da kaybolur. Dün “efendim” dediğine bugün sırt çevirir.
Böyle bir ortamda güven olmaz. Herkes birbirinden kuşkulanır. “Acaba kim arkamdan ne söylüyor?” endişesi büyür. Bu da verimsizlik yaratır. Dalkavukluğun egemen olduğu kurumlarda kimse risk almaz, yenilik üretmez. Çünkü bilir ki fikir değil, dalkavukluk ödüllendirilir.
Çözüm belli: eğitim. Kişilikli, erdemli, sorumluluk sahibi, liyakatli bireyler yetiştirmek zorundayız. Ahbap-çavuş ilişkilerinin değil, çalışmanın değer gördüğü bir düzen kurmalıyız. Aksi hâlde dalkavukluk kişisel bir zaaf olmaktan çıkar, salgına dönüşür. Bu salgın ise kurumların ruhunu kemirir, toplumun geleceğini karartır.
Karşınıza çıktığında yapmanız gereken bellidir: Gülümseyip geçmek. Çünkü dalkavuk en çok görmezden gelinmekten korkar. Orhan Veli’nin dizeleriyle bitirelim:
“Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi…
Ama seninki de kolay değil kardeşim,
Böyle kuyruk sallamak Tanrı’nın günü.”

