Üstünlerin Hukuku’na geri dönüş mü?

Bazı anlar vardır; hafızanızdan silinmez, yıllar geçse de unutulmaz. Bugünlerde yaşananlara bakınca, geçmişten bir sahne tekrar canlanıyor gözümde. Yirmi yıl önce ne gördüysem, neye itiraz ettiysem, hepsini yeniden yaşıyor gibiyim. O günlerden bu günlere çok şeyin değiştiği sanıldı. Oysa biz sadece bir döngünün içinde, aynı hikâyeyi farklı karakterlerle yeniden izliyoruz. Eskiden “üstünlerin hukuku” egemendi bu ülkede. Hukuk, güçlüye göre şekilleniyor, adalet sadece seçilmiş bir kesimin lehine işliyordu. Sonra halkın iradesi, mücadelesi, sokağa taşan itirazı derken yavaş yavaş “hukukun üstünlüğü” kavramı konuşulur oldu. Kimileri buna gönülsüzce razı oldu, kimileri büyük bir kararlılıkla sahiplendi. O dönem umutluyduk, çünkü haklı olanın güçlü olabileceğine inanmaya başlamıştık.

Fakat bugün geldiğimiz noktada, o umutların yerini derin bir sessizlik, büyük bir hayal kırıklığı ve çaresizlik aldı. Saraydan bir adım geri atmayanlar, çakarlı araçlarıyla kural tanımayanlar, hesap vermeyen makam sahipleri yeniden karşımızda. Kendilerini hukukun değil, hukukun kendilerini bağlı olduğunu düşünen bir zihniyetle karşı karşıyayız. Bu, sadece bir yönetim tarzı değil; toplumun bütün damarlarına sirayet eden bir anlayış sorunudur. Adaletin kişilere göre değiştiği, haklının değil güçlünün kazandığı bir düzen yeniden kuruluyor. Bu düzen, bizlere 20 yıl önce terk etmeye çalıştığımız o karanlık günleri hatırlatıyor.

Ama belki de en derin yara, sokakta, pazarda, gündelik hayatın içinde hissediliyor. Artık halk pazarı, yalnızca alışveriş yapılan bir yer değil. Geçim sıkıntısının, yoksulluğun ve dayanışmanın sahnesi haline geldi. Giderek daha fazla insan, pazarın sonunda tezgâhlarda kalan artık meyve ve sebzeleri toplamaya çalışıyor. Bu manzara bir ekonomik veri değil, bir insanlık trajedisidir. Üstelik biz bu trajediye alışıyoruz. Oysa ki alışmak, en büyük kayıptır. Çünkü alıştığımız her yoksulluk, kanıksadığımız her adaletsizlik, geleceğimizden çalınmış bir umuttur.

Demokrasi, sadece sandığa gitmekle tanımlanamaz. Demokrasi, hesap sorabilmektir. Yetkinin ve sorumluluğun halkta olduğunu hatırlatmaktır. Oysa bugün geldiğimiz noktada, yönetim halktan değil; ahbap-çavuş ilişkileriyle örülü bir çevreden güç alıyor. Liyakat değil sadakat belirliyor kimlerin yükseleceğini. Bu yapının adı demokrasi olabilir mi? Belki kâğıt üzerinde evet, ama içerik bakımından bu; halkın değil, ayrıcalıklı bir kesimin egemenliğine dayalı bir rejimdir. Gerçek demokrasi, güçlü olanın değil, haklı olanın güvende hissettiği rejimdir. Bugün Türkiye’de insanlar kendilerini güvende hissetmiyor. Ne sokakta, ne mahkemede, ne de mecliste. Çünkü adalet, eşit işlemiyor. Kurallar herkes için aynı değil. Ve en kötüsü, herkes bu adaletsizliğe alışıyor.

Bugün yaşadıklarımız, bize bir kez daha sormamız gereken soruyu hatırlatıyor: Biz nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz? Gerçekten adil, eşit, hukukun üstün olduğu bir toplumda mı? Yoksa güçlünün, bağlantının, çakarlı aracın, saraydan gelen talimatın belirlediği bir düzende mi? Tercih hepimizin. Ama unutmayalım: Adalet bir gün hepimize lazım olacak. Ve o gün geldiğinde, geçmişte susanlar en çok konuşmak isteyenler olacak.

Çünkü bir ülkede hukukun üstünlüğü yoksa, o ülkede huzur da, gelecek de yoktur.

Önerilen Yazılar

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

SON GİRİLEN İÇERİKLER